II. Dünya Savaşı Nazi Almanyası’nın hâkimiyetinde birden çok cephede çok çetin biçimde devam etmektedir. İngiliz İstihbaratı tüm yoğun çabalarına ve yüzlerce kişiyi çalıştırmasına rağmen Almanların kullandığı Enigma şifreleme sistemini çözmeyi başaramamıştır. Almanların çok gizli bir biçimde şifrelediği bu yazışmalar, İngilizlere ve müttefiklerine çok ağır kayıplara mal olmuştur. Çözüm olarak İngiliz hükümeti Deniz Kuvvetleri Komutanlığı çatısı altında ülkenin en iyi şifre çözen beyinlerini ve kriptoloji uzmanlarını toplar. Bu isimlerden biri de farklı çalışmalarıyla tanınan ve kendi yöntemlerinden ödün vermeyen genç profesör Alan Turing’dir. Turing’in ekibe katılması dengeleri alt üst edecek ama o güne kadar hiç denememiş büyük çaplı bir girişimin de kapısını aralayacaktır.
Ünlü İngiliz matematikçi Alan Turing’i filmde Benedict Cumberbatch canlandırırken kendisine Keira Knightley, Matthew Goode, Rory Kinnear ve Allen Leech eşlik ediyor.
Neredeyse tek başına İkinci Dünya Savaşı’nı iki yıl daha erken bitirmesini ve on milyonlarca yaşamı kurtarmasını bir kenara bırakın, İngiliz dahi Alan Turing’in modern teknoloji üzerindeki müthiş etkisi tartışılamaz. Eğer şu anda eleştirimi bir bilgisayarı kullanarak yazabiliyorsam, sizde başka bir bilgisayar aracılığıyla okuyabiliyorsanız, bir zamanlar ‘Turing Makinası’ adı konulan bilgisayarların varlığı için ilk başta Turing’e teşekkür etmemiz lazım.
Belki de bizim teşekkür etmemiz lazım, çünkü İngiliz hükümeti eşcinsel olduğunun farkına vardığı Turing’in ülkesine ve milyonlara verdiği fedakarlıklar için onu zorla kimyasal yollarla hadım ederek, bu yüzden büyük ihtimalle kısa süre sonraki intiharına sebep olarak ‘teşekkür’ ettiler. İngiltere ta 2013’te Turing’in ‘eşcinsellik suçları’nı affetti. Turing’i haklı olarak kahramanlarından biri olarak kabul eden İngiliz LGBT cemiyeti bu haksızlığa özür dilenmesi için altmış yıldan fazla bekledi.
Belki de Turing’in ne kadar dahiyane, karmaşık ve hayret uyandıran bir figür olduğunu, modern teknolojiye neler kattığını her zaman akılda tuttuğum için The Imitation Game: Enigma gibi türün klişelerini peş peşe sıralayan gayet ortalama bir biyografik dramadan daha yaratıcı bir iş ümit ettim. Yine de Turing hakkında fazla bilgisi olmayan (Ve sonradan üzerine daha çok araştırma yapabilecek, çünkü film bir sürü detayın ya üzerinden atlıyor, ya da atıp tutuyor), Turing rolünde Benedict Cumberbatch’in tutkulu performansı ile ayakta duran tipik bir Hollywood biyografisi isteyen seyircinin dikkatini çekebilir.
Fakat bu ilginç kişiliği incelikle ve derinden inceleyen, yaratıcı ve orjinal bir drama çıkarmak zor bu filmden. Hollywood’da ‘Oscar Yemi’ diye bir terim vardır, Akademi’nin ilgisini çekebilmek için belli bazı elementleri içine zorla sokuşturan filmler için kullanılır. The Imitation Game işte tam bu terime uyan filmlerden, bu yüzden de bu kadar Oscar adaylığı almasına şaşırmamak lazım.
Filmin hikaye tasarımı adımı adımına biyografi türünün bilindik numaralarını takip ediyor. Çoğunluğu İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen hikayeye tabi ki 1950’li yıllarda giriyoruz, ki hemen Turing’in çocukluğuna, oradan da çabucak Enigma kodunu kırmak için atanmasına zıplayalım. Her tipik biyografik filmin baştacı olan, yapmaca olayları gerçek görüntüler ile karıştıran montaj sekanslarından da geçilmiyor ne yazık ki. Bu kadar karmaşık ve ilgi çekici bir hikayenin aktarılırken seyircisine bu kadar tenezzül eden bir yaklaşım kullanılması harcanmış bir fırsatı gösteriyor.
The Imitation Game, Turing’in eşcinselliğinin ve savaş sonrası trajik hayatının basitçe ve çabukça üzerinden geçerken amacının bir karakter irdelemesi yerine prosedürel bir gerilim yaratmak olduğunu çabucak gösteriyor. Almanların kırılamaz denilen Enigma kodunu kırmak amacıyla pahalı bir makine yaratmak isteyen Turing’in üstleri ile girdiği kavgalar ile karakterin gerçek kimliğini gizlediği iç çatışması yerine daha alışılagelmiş dış çatışmalara odaklanıyoruz. Sizce ilk başta Turing’e karşı çıkan üstleri makinenin çalıştığını görünce gayet bayat duygusal bir sahne ile onu kutlayacaklar mıdır hikayenin üçüncü perdesine gelmeden önce?
Biyografik filmlerin dramayı güçlendirmek için bazı detayları es geçmesi veya sil baştan yaratması gayet normal, fakat ortada bir denge olmalı. The Imitation Game’in ileri geri zıpladığı üç zaman diliminden biri, çocuk Turing’in (Alex Lawther) en iyi arkadaşı ile zor kodları çözmesini gösteriyor. Bu gereksiz sahnelerin amacı belli ki hem Turing’in kod çözme dehasını seyircinin kafasına iyice sokuşturmak, hem de tutucu seyirciden fazla tepki almadan, fiziksel bağlantılardan uzak bir eşcinsellik tablosu yaratmak.
Filmin bu sekansları hem ucuz karakter yapılandırma yöntemleri, hem de tamamen yapmaca (Turing’in geçmişinde onu kod çözmeye iten böyle bir çocuk yok) olması yüzünden biraz sırıtıyor. Peki ya sırf hikayenin İkinci Dünya Savaşı bölümüne flashback yapabilmesi için Turing’in rastgele bir polis memuruna inanılmaz hassas devlet sırları ile dolu hikayesini anlatmasına ne demeli?
Cumberbatch’in derin kişisel bir bağlantı hissettiğini söylediği Turing’i canlandırmak için elinden geleni yaptığı ortada. Hatta Turing’i tanıyanlar Cumberbatch’in diyalektinden ve tavırlarından gayet etkilenmişler. Fakat filmin yazarı Graham Moore ve yapımcıları gayet yüzeysel bir karakter yaratarak Cumberbatch’e pek yardımcı olamıyorlar. The Imitation Game’in Turing’i, durmadan mantığın önemini tekrar etmesi ile Mr. Spock’u, antisosyal davranışları ile Hollywood-Yağmur Adam tarzı bir otistik klişesini, metaforları anlayamaması ile de Guardians of the Galaxy’nin Drax the Destroyer’ını birleştiren bir karikatür oluyor.