Renkli kişiliğiyle insanları bilimi sevdiren astrofizik dünyasının ‘rock yıldızı’ Neil deGrasse Tyson ile dünyanın geleceğini konuştuk . ‘Yapay zeka arkadaş canlısı olacak, çıkıp da dünyayı ele geçiremeyecekler’
Obsesiflik derecesinde astronomiye düşkün bir çocuktu o. 15 yaşında astronomi dersleri vermeye başladı. Harvard, Columbia ve Texas Üniversitelerinde okudu. Akademik kariyeri boyunca bilimi insanlara daha anlaşılır ve eğlenceli şekilde açıklamayı kendine misyon edindi. Kitapları milyonlar sattı. Sekiz üniversiteden onursal doktora aldı. Time dergisi tarafından ‘Dünyayı Etkileyen 100 Kişi’den biri seçildi. Adı, bir asteroide verildi (13123 Tyson). Ekimde 60’ına basacak olan Neil deGrasse Tyson renkli kişiliğiyle milyonların sevgilisi… Girdiği ortamda çığlıklarla karşılanan bir süperstar. Her hayranıyla özel olarak ilgilenmeye çalışan, kısa bir sohbeti bile kahkahalarla süsleyecek kadar komik ve sıcakkanlı bir popüler kültür ikonu. Hocası Carl Sagan’ın 80’lerde sunuculuğunu yaptığı ‘Cosmos’un bayrağını devraldı, 2014’teki ilk sezon 120 milyon kişi tarafından izlendi. Şimdi, NatGeo TV’de yayımlanan bu belgeselin yeni sezonunun tanıtım turunda. Kaliforniya’da bir araya geldik, insanlığın geleceğini, evrenin ilmini ve aşkın bilimini konuştuk.
Her güne, yeni bir teknolojik devrimin ışığında, geleceğe dair pek fütüristik kehanetlerle uyanıyoruz. Aralarından sizi en çok heyecanlandıran hangisi?
– Açık ara yapay zekâ diyebilirim. Çalışmalarda bugün gelinen noktaya bakıp da gelecek konusunda heyecanlanmamak elde değil.
İnsanlığın soyunu kurutacaklarını, dünyayı ele geçireceklerini düşünenlerden değilsiniz yani?
– Bence gayet arkadaş canlısı olacaklar. Bizi evcil hayvanlarına dönüştürme gibi bir fikirleri olduğunu zannetmiyorum. Çıkıp da dünyayı ele geçirmeyecekler. Bu, benim kişisel fikrim tabii. Bu konuyla ilgili yaptığım araştırmalar bana şunu söylüyor: Yapay zekâ, sadece belli başlı bazı görevleri yerine getirmek için sahneye çıkacak.
Ne gibi görevler?
– Bugün makinelere devrettiğimiz görevler… İnsanlığın gelişmesi için teknolojiden daha iyi faydalanmak adına makinelerin yerini yapay zekâ alacak. Üretim hızlanacak, işler kolaylaşacak, zamandan ve kaynaktan tasarruf sağlanacak. Biz değil, makineler düşünsün.
Diyelim bazı işkollarında yapay zekâyla insan arasında kıyaslama yapıldı ve o işin yapay zekâ tarafından gerçekleştiğinde üretimin hızlandığı, zamandan ve kaynaktan tasarruf edildiği saptandı. O zaman ne olacak?
– Bu o kadar da mümkün değil. Yapay zekâya dair aklımızda şöyle bir kare var: Sabah kalkayım, evimdeki robot bana dünyanın en kusursuz kahvesini hazırlasın. Sonra beni arabasıyla işe götürsün. İşte benim adıma en doğru kararları versin… Evet, teknoloji belki böyle bir hayat sağlayacak fakat bunların gerçekten de yaşanması için ekonomik talep şart. Bu talebin ortaya çıkması şu an teknik olarak mümkün değil. Ekonomi, bu yöne doğru işlemiyor. Tamam, çok tatlı bir fantezi. Fakat insanlığın buna ihtiyacı olacak mı? Sanmıyorum. Oldu da şımarıklığından ihtiyaç duydu diyelim, peki bunu karşılayacak ekonomik kaynağı sağlayabilir mi? Hiç sanmıyorum.
Son birkaç sene içinde ‘duygusal zekâ’ya sahip; düşünen, üzülen, sevinen robotlara dair, devrim niteliğinde çipler geliştirildi…
– İnsan anatomisi, bu kadar hafife alınmamalı. Vücutlarımız, bizim sandığımızdan daha kompleks, katmanlı ve derinlikli. Genetik kod diye bir şey var, insan kökeninin yüzyıllar ötesine dayalı olmasını sağlıyor. Genetik kodların ‘yapay’ karşılığını icat etmek teknolojiyle mümkün değil. Bunun için, yapay zekânın en az insanlık kadar eskimiş olması lazım.
Sen hiç gözlerinle sevişmedin mi?
İnsanlık kadar eski bir soru: Bu gezegende yalnız mıyız?
– Ne tuhaf değil mi hâlâ gizemini koruyabilmesi…
Sizce?
– Hep söylerim: Bizim, şu ana kadar yapabildiğimiz, okyanustan bir bardak kadar su alıp suda yaşayan tüm canlı organizmalar hakkında ahkâm kesmeye çalışmak gibi.
NASA, epey hareketli bir dönemden geçiyor. Koloniler halinde Dünya’dan uzakta bir yaşam, sizce sandığımızdan daha mı yakın?
– NASA, önce biraz insan olsun!
O ne demek?
– Astronotlarla kurduğu ilişkiden bahsediyorum. Biraz rahat bırakmalılar çocukları. NASA, sürekli kulağının dibinde. Yalnız kalma, kendini yalnız hissetme şansın yok. Sosyal, sohbet ve arkadaş canlısı biri değilsen bittin! Diyorum ama dinletemiyorum. Düşünsene: Uzayda aylar, yıllar boyunca, tek bir insan bile görmeden yaşamayı göze almışsın. Bu senin yalnızlığıyla barışık ve içedönük bir karakter olduğunu gösterir. Tam, ‘İnsan sesinden uzaklaştım, biraz kafa dinleyeyim’ diyorsun, hop, NASA başlıyor: Günaydın, uyanma zamanı! Nasıl uyudun? Rüyanda ne gördün? Bu sabah işedin mi? Ne kadar işedin?
E, NASA da ilerleyebilmek adına sürekli yeni veri peşinde, ne yapsın?
– Azıcık rahat bıraksın! Netflix şifresini paylaşsın mesela. Uzaya karşı iki dizi izlesin, bir kitap okusun insan. Dünya dışında yaşamak ne demek, onu deneyimlesin. Sistem artık birden çok astronot yollamaya izin veriyor. Bir noktadan sonra aşkından ölene, sevgilisi yollansın. Çiftler birlikte yaşamayı deneyimlesin. Sabah satranç oynasınlar, akşam da sevişsinler!
O nasıl olacak?
– Bakışarak! Sen hiç gözlerinle sevişmedin mi yoksa?
Gündelik hayatta kendinize sık sık
‘O da insan, ben de insanım’ cümlesini hatırlatın
Biraz ‘Cosmos: Bir Uzay Serüveni’ni konuşalım. 80’lerde, ABD’li gökbilimci Carl Sagan’ın sunuculuğunda, televizyonda çığır açmıştı. Şimdi, sizin anlatımınızla bambaşka bir anlam ve kitle kazandı…
– Uluslara, demografilere bakmadan ısrarla ve düzenli bir şekilde aynı mesajı vermeye çalışıyorum: Evet, insan, anatomisi itibariyle yeryüzündeki en kompleks ve anlaşılmaz yapılardan biri. Varoluşumuz itibariyle çözülmesi zor yaratıklarız. Halihazırda kompleks olana son derece basit sorularla yaklaşmak lazım. Kendi kendinize sorduğunuz sorularınızı basitleştirin. Hayatınızı basitleştirin. Hepimiz insanız. Hamurumuz aynı; et ve kemik.
Evrenin sırrı, hayatının anlamı… Bunlar aslında basit şeyler ama hayatını karmaşıklaştıran insanın kendisi mi yani?
– Bence, kendimize biraz fazla yükleniyoruz. İnsan, özünde insan olduğunu hatırlatmalı kendine her seferinde. Gündelik hayatta kendinize sık sık ‘O da insan, ben de insanım’ cümlesini hatırlatmanız, daha ‘bütün’ hissetmenizi sağlar.
Bir de inanıp inanmamak meselesi var. Bilimsel verilere bakıp, “Ben buna inanmıyorum” diye itiraz eden liderler, düşünürler çok.
– Bugün iki kere ikinin dört ettiğini dünya üzerindeki hiçbir matematikçi tartışmıyor. Bilim üzerinden güç, para ve politika dönmemeli. Söz konusu bilim olduğunda hepimiz aynı gemideyiz. Birinin başarısı; dine, ırka, dile bakmadan tüm insanlığın başarısı sayılmalı. Herkesi her konuda ikna edecek enerjim yok. Fakat ellerindeki bir bilgiyi nasıl okumaları gerektiği konusunda insanları eğitmek için sonsuz bir enerjim var. Tamam, ‘big data’ (‘büyük veri’) çağındayız. İnternet sayesinde sonsuz bir bilgi ağına erişme şansımız var. Kuşkusuz, insanlığın gelişmesine dair son derece önemli bir adım bu. Şunu asla unutmamalıyız: Bilgi, ancak nasıl okunması gerektiği bilindiğinde ve nihayetinde doğru okunduğunda kıymetlidir. Aksi durumda, tehlike bile arz edebilir.
Kanada’daki Montreal Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, dünya genelinde son 50 yılda toplu zekâ seviyesinin 1 IQ puanı düştüğü belirlendi. Norveç’ten çıkan benzer bir sonuç da 1975 yılı ve öncesinde doğan bir önceki nesle göre 7 puan gerilediğini gösteriyor. Ne demek bu?
– İnsan aklı hâlâ aynı, bildiğimiz fonda. Önemli olan bunu nasıl eğittiğimiz. İnsanoğlu artık dünyaya gelirken bundan 60-70 yıl önceki dünyadan, çok daha farklı bir düzenin içine düşüyor. Eleştirel düşünme, veri okuma, bir bilgi hakkında analitik konuşma gibi konular ilkokul çağından itibaren zorunlu olarak dünya üzerindeki tüm okullarda okutulmalı. Yeni matematik ya da genel hayat bilgisi dersleri gibi düşünebilirsin bunları. Eğitime, çekirdekten başlamalı.
Varsın bir fizik profesörü gibi ciddi gözükmeyeyim!
Twitter’de 12 milyon takipçiniz var. Sosyal medyayı, anaakım medyayı son derece aktif kullanarak normalde pek çok bilgiyi herkesin anlayacağı bir dille günlük hayatın bir parçası haline dönüştürdünüz. Meseleyi hem bilimsel hem eğlenceli kılmanın bir formülü var mı?
– Hepimiz aynı toplumun bir parçası olarak aynı havayı teneffüs ediyoruz. Günümüzde toplumsal davranışları, kolektif yaratılmış bir popüler kültür balonu şekillendiriyor. Herkesin kendinden bir şeyler kattığı devasa bir balon bu. Bu yüzden hepimiz Katy Perry’nin, Beyoncé’nin kim olduğunu, Trump’ın başkanlık koltuğunda oturduğunu, Dünya Kupası’nı Fransa’nın kazandığını biliyoruz. Popüler kültür; modern toplumun tutkalıdır, panzehridir, görünmez ilacıdır. O yüzden onun diline, platformlarına ve bileşenlerine son derece önem veriyorum. Popüler kültür; sadece müzikten, televizyondan, romandan ibaret değildir. Olmamalıdır da… Tıp, matematik, fizik, biyoloji de gayet bunun bir parçası olabilir. Bilimsel olan her şeyi, insanlara bir popüler kültür unsuru olarak sunuyorum. Günlük hayatta, halihazırda hâkim oldukları bir bilgiye, bilimsel bir katman ekliyorum sadece. Çatır çatır, ağız tadıyla yiyorlar tüm söylediklerimi.
Bu kadar popüler olmak adına dili basitleştirmek, ‘şovun bir parçası olmak’, bilim insanları arasında ciddiye alınmama kaygısını da getiriyor mu?
– Dünyanın yaşayan en başarılı fizikçisi olduğumu iddia edemem. En fazla fizikçiler arasında insanlarla iletişimi daha kuvvetli biri diyebilirim kendim için. Bilimsel bulguları, insanların günlük hayatında sevdiği ya da ilgiyle takip ettiği bir konu üzerinden paylaşıyorum. Varsın bir fizik profesörü gibi ciddi gözükmeyeyim.
Sistem bizi kabilelere ayırıyor
Sizce bilim dünyasının bugün önündeki en büyük engel ne?
– Çağlardan beri bir ‘kabile’ler arası çatışmadır gidiyor. İnsanı birbirinden uzaklaştıran, ayıran, üstüne düşman kılan bu kabilelerin varlığı. Yaşadığın yere, oy verdiğin partiye, ten rengine, pasaportuna, diline, ırkına, yemek tercihine göre farkında olmadan onlarca farklı kabilenin üyesi olarak yaşıyorsun hayatını. Sistem bizi bölüyor, milyonlarca kabileye ayırıyor. İnsan, ne zaman kendisini ait olduğu kabile(ler) üzerinden değil, sadece varlığıyla tanımlarsa o zaman kendi türüyle yarış halinde olmayı bırakıp türünün geleceği adına yapıcı işler, fikirler çıkarmayı bilir.
Peki, nasıl olacak bu? Yeryüzünde yaklaşık 7.4 milyar insan var. Hepsini karşımıza alıp “Durun siz kardeşsiniz. Boşuna yarışmayın birbirinizle. Birlik olun, beraber yükselin” diyebilmemiz teknik olarak mümkün değil.
– Optimist misin?
Her zaman…
– O zaman hayatta dokunabildiğin, erişebildiğin herkese şunu yaymalısın: ‘Big bang’den beri var olan bir ekosistemin bir parçasısın. Evet, bir yandan Dünya’nın sonunu getirecek felaketler yaşanıyor. Diğer yandan da birtakım gelişmeler yaşanıyor ve sistem bir şekilde dengede kalabiliyor. Bu evrendeki her cisim ve her canlı birbirine ince bir iple bağlı. Evrene de göbekten bağlıyız ve bu, göbekbağı zannettiğimizden ve hissettiğimizden çok daha kuvvetli. Bu bağlantı, hayranlık verici. Evrenin varlığını sürdürmesi için sana ihtiyacı olduğunun göstergesi.
Karamsarlık, endişe ve kaygı da insana dair ve evrenin bir parçası. Bir astrofizikçi olarak sizi bu ve benzeri hisler sardığında ne yapıyorsunuz?
– Dünya üzerinde, 7.4 milyarlık nüfusta, bir karınca kadar olduğunu düşünmek yerine gökyüzüne bakıp kendine, “Ben evren kadarım” demeyi dene. Bak, o zaman içindeki taşlar nasıl da oynuyor yerinden. Koca ekosistemde küçücük bir moleküler parçası kadar gözükebiliriz. Oysa varlığımız bir evren kadar geniş. Karınca da sensin, evren de. Unutma evlat, sen içinde koca bir evreni taşıyan minicik bir karıncasın. Bu cümleyi benimsediğinde hem kendini o kadar ciddiye almamayı, her şeyi kafada büyütmemeyi öğreniyorsun hem de içindeki sonsuz gücü, potansiyeli keşfediyorsun.
Küçük mutlulukların sihrine inananlardan mısınız?
– Kesinlikle.
Ne önerirsiniz mesela?
– Dışarıda sadece, evinde kendi kendine pişirmenin teknik olarak mümkün olmayacağı yemekleri ye. Çıktığındaysa, bütçenin birazcık üzerinde kalan restoranlara git. Yani: Dışarıda daha az ama daha kaliteli yemek ye.
Hayatı anlamak için önerdiği dört kitap
Dünyanın nasıl çalıştığını daha iyi anlayabilmem için bana, size göre ‘kutsal’ dört kitap önermenizi rica etsem…
– Isaac Newton’ın ‘Dünya’nın Sistemi’ sana evrenin aslında ne kadar da bilinebilir olduğunu anlatır. Üzerine Charles Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ni oku. O da sana biz insanlar dahil, evren üzerindeki tüm canlıların arasındaki organik bağı açıklasın tane tane. Sonra Thomas Paine’in ‘Akıl Çağı’nı oku ki rasyonel düşüncenin gücünü keşfedebil. Hepsinin üzerine ‘Guliver’in Gezileri’ni oku, o da hiciv ve mizah olmadan nefes almanın mümkün olmayacağını hatırlatsın.
Canım, paylaşılamayacak ne var şu evrende?
Röportaja başlamadan önce Türk kahvesiyle ilgili sormak istediğiniz bir şey olduğunu söylemiştiniz…
– Seni bulmuşken sormam lazım: Türk kahvesi içtikten sonra kalan katı kısmı kaşık kaşık yedirdiler bana. Kafa mı buldular benimle?
Türk kahvesinin telvesi genelde yenmez. Sağlığa faydalı olduğunu söyleyenler var ama… Size kalmış! Çok mu acı geldi tadı?
– Tadı fena değil, tamam. Sadece kahveni keyifle yudumlayıp bitirdikten sonra kaşık kaşık zifiri bir katmanı yemek alışık olduğum bir durum değil. Ayda yılda bir, hadi tamam da, sırf sağlığa faydası büyük diye her gün yenmez. İnsanın içini karartır, hayatını söndürür o telve dediğin şey!
Nerede içtiğinize göre de değişir tabii…
– İstanbul’da içtim. Tam yerinde yani. Turistik bir gezi için gelmiştim. Altı sene geçmiş bak üzerinden… Türklerle Yunanlar arasındaki “O benim”, “Hayır benim” çekişmelerine dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Tam dünyadan bihaber dolaşan Amerikalı turist gibiydim!
Neler geldi başınıza?
– Konusu açıldı, anlatayım, tamam… İlk günkü rehberimiz Türk’tü. Yemek kültüründen, müziklerden, eğlence anlayışından bahsediyor, hepsinin tarihini ve Türk geleneklerini anlatıyor. İkinci gün, başka bir tur, farklı bir rehber, bu seferki Yunan asıllı…. Bir ara konu baklavadan, tavernalardan, mezelerden açıldı. Hikâyeler birebir aynı, sahipleri farklı! Komik bir durumdu. Pasif agresif bir gerginlik sezdim.
Kosmos kurallarınıza aykırı tabii böyle durumlar…
– (Gülüyor) Canım, paylaşılamayacak ne var şu evrende? Baklavanın üzerine, ‘Türk-Yunan dostluğunun ürünü’ etiketi yapıştır mesela, etkisi çoğalsın, herkes kazansın!
Her şeyi değiştiren yapım: ‘Cosmos’
Bir gökbilimci olarak Venüs ve Mars’la ilgili her şeyi değiştirecek bulgular keşfeden, NASA’da üst düzey yöneticilik yaptığı dönemde Güneş sistemini araştıran, insansız uzay araçlarının görevlerini planlayan ve hatta Ay’a uçuşlarından önce Apollo astronotlarını bizzat bilgilendiren gökbilimci Carl Sagan’ın insanlığa en büyük katkılarından biri ‘Cosmos’ oldu. 28 Eylül 1980’de ilk bölümü yayımlanan bilim programı ‘Cosmos’, 60 ülkede 500 milyondan fazla kişi tarafından izlendi. 2014’te National Geographic kanalı tarafından yeniden çekilmeye başlayan ‘Cosmos’ serisinde, 62 yaşında kök hücreleriyle ilgili bir hastalıktan dolayı yaşama veda eden Carl Sagan’ın yerini astrofizikçi Neil deGrasse Tyson aldı.
HÜRRİYET 19.08.2018