Türkiye’nin dünya bilimine ve ülkenin kalkınmasına katkı sunacak güçlü araştırmacılar yetiştirmesi nasıl sağlanır? Araştırma üniversiteleri bu işlevi yerine getirebilir mi? MEF Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Muhammed Şahin soruları yanıtladı.
Türkiye’de üniversite sayısı 68’i vakıf olmak üzere 200’e ulaştı. Ancak üniversitelerin bilim ve teknolojiye katkıları da tartışılıyor. Dünya bilimine katkı yapacak güçlü araştırmacıları yetiştirmek için 10 tane devlet üniversitesi ‘araştırma üniversitesi’ olarak seçildi.
Ancak tıpkı İstanbul Üniversitesi’nde olduğu gibi 70 bine ulaşan öğrenci sayılarıyla bu işlevi nasıl yerine getirecekleri tartışılıyor. Aralarında araştırma üniversitesi kriterlerinden biri olarak kabul edilen lisansüstü öğrenci sayısının lisans öğrencisinden daha fazla olması gerekliliğini sağlayan tek üniversite yok. Tersine bu üniversitelerde lisans öğrencileri master ve doktora yapanların sayısından yaklaşık 3 kat daha fazla. Akademisyen başına düşen öğrenci sayısı da bu üniversitelerde 15 ile 35 arasında değişiyor. Akademisyenler lisans öğrenci sayısı ve öğretim üyesi üzerinde ders yükü azaltılmadan Ar-Ge için çalışmalarının da imkânsız olduğunu dile getiriyor.
SAYISI ARTIYOR AMA
Araştırma üniversiteleri arasına vakıf üniversitelerinin de alınması gerektiğini ifade eden akademisyenler de var. Türkiye’nin son yıllarda kaynak ayırmasına rağmen bir türlü teknoloji, bilim ve inovasyon alanında sıçrama yapamaması da ayrı bir tartışma konusu.
Gazete Habertürk Eğitim Editörü Pervin Kaplan, MEF Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Muhammed Şahin ile Türkiye’nin “akademisi”ni ve bilimsel araştırmaları, son YÖK değişikliği ile doçent olacaklarda aranan dil baraj puanının düşürülmesini konuştu. Üniversite sayısının artmasına rağmen bilim ve teknolojide Türkiye’nin beklenen sıçramayı yapamadığını söyleyen Şahin, devlet üniversitelerinde bir gerileme yaşandığını buna karşın vakıf üniversitelerinin yükseldiğini anlatıyor. Üniversitelerin yüzde 60’ının son 15 yılda kurulduğunu vurgulayan Şahin, “Ancak 50 yaş altı üniversiteler sıralamasında öne çıkanların vakıf üniversiteleri olduğunu görüyoruz. 50 yaşın altında ilk 3’te yalnızca vakıf üniversiteleri var” diyor. Şahin’in eleştirisi ise vakıf üniversitelerinin devlet üniversitelerine göre hızla yükselen bir yapıda olmasına rağmen araştırma üniversiteleri içine alınmaması.
İşte Şahin’in açıklamaları:
DÜNYADAKİ ÖRNEKLER İLE UYUŞMUYOR
Dünyada da araştırma üniversiteleri var. Araştırma üniversitesi ülkesine ekonomik anlamda katma değer yaratabilecek, araştırma kapasitesi olan, öğrenci akademisyen oranlarıyla da öğretim üyelerinin eğitimden çok araştırmaya zaman ayırabilecek durumda olmalı. Oysa Türkiye’ye baktığımızda tablo böyle değil. Araştırma üniversiteleri olarak seçilen bazı üniversitelerde lisans öğrenci sayısı çok yüksek. Bu üniversitelerde öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı lisansta 15.99 ile 35.52 arasında. Lisansüstü öğrenci sayılarının lisanstakilerden fazla olması gerek. Stanford, Harvard, MIT gibi araştırma üniversitelerinde ortalama 3 öğrenciye bir akademisyen düşer. Lisans öğrenci sayısı bu üniversitelerde azaltılmalı. Lisans yükü bu kadar çok olan akademisyenlerin Ar-Ge de istenen zamanlarını ayırabilmeleri olanaksız. Seçilen araştırma üniversitelerinin ayrıca alanlara göre de ayrılması gerekiyor. Aksi halde üniversite aktarılacak kaynağı tüm birimlerine eşit olarak dağıtmak zorunda kalacak. Bu kez de kaynaklar doğru harcanmamış olacak.
2017 Global İnovasyon Endeksi’ne baktığımızda 127 ülke içinde Türkiye 43’üncü sırada yer alıyor. İsviçre, İsveç, Hollanda, ABD ve İngiltere ilk 5 sırada. Norveç, Avustralya, İsviçre, Almanya ve Danimarka’nın ilk 5 ülke olarak sıralandığı İnsani Gelişme Endeksi’nde ise Türkiye 71. sırada. Bu endekste 1980’den 2000’e kadar Türkiye yüzde 33, 2000’den 2014’e kadar yüzde 17 iyileşme sağlamış.
İŞBİRLİĞİ GEREKİYOR
Bu rakamları yükseltebilmek, katma değer yaratabilmek için bilim, yani üniversite ile sanayi birlikte çalışmalı. Sanayide 2000’li yıllardan itibaren farkındalık olduğunu görüyoruz ama sonuç yok.
LİYAKAT ÖNEMLİ
Ar-Ge personeli sayısı da kaynak da Türkiye’de yıllar içinde artıyor ama bir türlü sıçrama yapılamıyor. Bunun en büyük nedeni de bu işi yürütenlerin liyakata göre seçilmemesi. Ana kriter bilimsel başarı olsa böyle bir tablo olmaz. Bunun için de kaliteyi dikkate alarak, insanları bir araya getirecek birbirleriyle yarışma ve işbirliği içine sokacak eko-sistem kurulmalı. Araştırmacıların tümünü de ana üssü İstanbul olan bir merkezde toplamak lazım. Gebze’de 2009’dan bu yana Bilişim Vadisi kurulmaya çalışılıyor ama yeri yanlış.
PATENT BAŞVURULARINDA TÜRKİYE NE DURUMDA?
Dünya Patent Enstitüsü (WIPO) verilerine göre 2016 başvuru sayıları dikkate alındığında Çin 1 milyon 257 bin 202 başvuruyla ilk sırada. Bunu 520 bin 877 patent başvurusu ile ABD izliyor. Japonya’nın 453 bin 640, Güney Kore’nin 233 bin 625. Aynı coğrafyayı paylaştığımız Rusya’nın 31 bin 811, İran’ın 15 bin 81, İsrail’in 15 bin 86 patent başvurusuna karşın Türkiye’nin sayısı 8 bin 364. Türkiye’de bin kişi başına patent başvurusu 0.11. Bu oran İsviçre için 6.83, Güney Kore için 4.67, Japonya için 3.55, ABD için 1.66, Çin için 0.93, İsrail için 1.91, Rusya için 0.22, İran için 0.20. Tüm bu rakamlar Türkiye’nin teknoloji ve inovasyon açısından kat etmesi gereken yolu gösteriyor.
‘DOÇENTLİKTE DİL BARAJI DÜŞÜRÜLMESİN’
Şahin, YÖK’ün yardımcı doçentlik kadrosunu kaldırılması ve doçentlik için gereken asgari 65 puan şartını da indirmesini şöyle değerlendirdi:
“Genel olarak yetenek gerektiren sanat ve müzik alanlarında İngilizce barajı mevcut durumundan aşağıya çekilebilir ancak diğer alanlarda çekilmesi büyük hata. Dünyadaki akademik yayınların yüzde 99’u İngilizce. 2023’e giderken, çok iyi İngilizce bilen, dünya ile entegre öğretim üyelerine mi ihtiyacımız var, yoksa ‘Çok az İngilizce bilse de olur’ diyeceğimiz akademisyenlere mi? İngilizce barajı düşünce daha çok doçent olacak. Ama bu kalite mi? Hatırlayalım TÜBİTAK yıllar önce Ar-Ge personeli sayısı hesaplamada formül değişikliğine gitmiş, bir anda Ar-Ge personeli sayımız yükselmişti. Sayı yükselince, kalite mi geldi? Hayır tam tersi. Yıllardır hep aynı hatalar yapılıyor, şekilsel ve parametrik değişikliklerle sonuç alacağımızı zannediyoruz. 10 yıldır devlet ve vakıf üniversitelerinde rektörlük yapıyorum ve ABD başta olmak üzere dünya yükseköğretimini; kongrelere ve konferanslara katılarak, sunumlar yaparak yakından takip etmeye çalışıyorum. Katıldığım hiçbir kongrede bizdeki gibi şekilsel değişikliklerin tartışıldığına tanık olmadım.”
AKILLI İSTANBUL 5.0 MERKEZİ
Rektör Şahin teknolojinin eğitimin ayrılmaz bir parçası haline gelmesi gibi kentlerin de “akıllı teknoloji” ile dizayn edilmesi gerektiğini söylüyor. Akıllı kentler konusunda çalışma yapmak üzere de “Akıllı İstanbul 5.0 Merkezi”ni kurduklarını anlatan Şahin şöyle konuşuyor: Merkez; adındaki 5.0’ı, tarih boyunca İstanbul’un hizmet ettiği devletler olan Roma, Bizans, Latin, Osmanlı İmparatorlukları ve Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam sayısından ve İstanbul’un, 4. Sanayi Devrimi olarak bilinen Endüstri 4.0’ın bir sonraki aşamasına hazırlanması gereğinden esinlenerek aldı. Bu merkez 5 eksende faaliyet gösterecek. Akıllı kentlerde Yerleşim, Konut ve Çevre , Sağlık ve Güvenlik, Eğitim ve İstihdam ile Kültür, Sanat ve Bilim. Amaç, bu 5 ana eksen etrafındaki tüm hedeflerin akıllı kent konsepti içinde sürdürülebilirliğini sağlamak. Merkez; ulusal ve uluslararası, resmi veya özel kurum ve kuruluşlarla işbirliğinde bulunacak, ortak çalışmalar düzenleyecek, araştırma ve uygulama projeleri hazırlayacak ve yürütecek. Ana eksen kentin tüm paydaşlarının katılımıyla dönüşüm süreçlerinin tasarlanma ve uygulanmasını sağlayacak politika ve strateji geliştirmek.”
HABERTÜRK 16.01.2018