Bu ayki dosya konumuzda eğitim teknolojileri alanında Türkiye’nin önde gelen isimlerinden Ahmet Eti ile eğitim teknolojileri üzerine kapsamlı ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Özellikle 2000’lerin başı itibariyle teknolojinin hayatın her alanına girmesi, sadece bireylerin gündelik yaşamını değil aynı zamanda toplumsal yaşamı da bir dönüşüm sürecine tabi tuttu. Ancak mevcut eğitim paradigması, teknolojinin sisteme nüfuz etme düzeyini önemli ölçüde sınırlama potansiyeline sahipti. Sayın Eti’nin de vurguladığı üzere özde bütünleşmeyen ancak iki kelimeyle yan yana getirilen “eğitim teknolojisi”nin amaç ve ihtiyaçlar doğrultusunda nasıl doğal bir araca evrilebileceğini konuştuk.
Bugün dünya üzerindeki uygulamalara baktığımızda eğitimde teknoloji kullanımının geldiği yeri nasıl tanımlayabiliriz?
Eğitim teknolojileri konusunda konuşmaya başlarken “Eğitim” ve “Teknoloji” kelimeleri için bir çerçeve çizme ihtiyacımız var.
Eğitim teknolojileri dediğiniz zaman formal eğitimden mi yoksa informal eğitimden mi bahsettiğimiz önemli. İnformal eğitim formatsız, mekansız, kişinin beklentisini takip eden, çoğu zaman kişinin kendi yaşantısı ile öğrendiği bir süreç, sınır yok ve teknoloji herkes tarafından kullanılıyor. Formal eğitim dediğimiz zaman ise okulları kast ediyoruz. Okul hayatına baktığımızda aslında ne görüyoruz? Bir sınıf içinde eğitim var, bir de sınıfın dışında öğretmen öğrenci ilişkisi ile sınırlı olmayan bir öğrenme süreci var. Bugün okulların çoğu idari işlerini teknolojiyle dönüştürdü ama akademik süreçlerini ne sınıf içinde, ne sınıf dışında henüz dönüştürememiş durumdalar.
Enteresandır, 90’lardan hatta 80’lerden beri diyorduk ki teknoloji kullanımıyla eğitim süreçlerinde acayip bir dönüşüm olacak. Ancak okullarda öyle bir şey olmadı. 2000’lerde tekrar aynı şeyi söyledik. Ancak 2000-2010’larda bile mobil uygulamalar, akıllı telefonlar, hızlı internet daha tam oturmamıştı. 2017’ye geldiğimizde bunların iyice oturduğunu, engellerin kalktığını görüyoruz. Bugün cep telefonu olmayan birine nerdeyse garip bakıyoruz. Örneğin yaşından bağımsız olarak annelerimiz, anneannelerimiz bile facebook kullanıyor, akıllarına bir şey geldiğinde hemen internetten açıp arıyorlar. Böyle bir ortamda, bu doğal yaşama girmiş, artık doğallaşmış bir ürün. Aynı şekilde bu doğallığı sınıfın içinde devam ettiren bir öğretmen için “Teknoloji mi kullanıyor yoksa yeni bir eğitim tekniği mi uyguluyor?” diyeceğiz. Bir sonraki adıma bakarak tabii ki bu cevap değişebilir. O zaman nasıl bir dönüşümden bahsediyoruz?
Gerçek anlamda baktığınız zaman okullarda bizim görmeyi hayal ettiğimiz şey veri bazlı karar destek sistemlerinin çalışması, ölçme değerlendirme araçlarıyla toplanan verilerin analiz edilerek eğitim süreçlerinin kişiselleştirilmesine gidecek yol haritalarının oluşturulması. Bunu yaparken öğrencinin hareketlerini büyük veriyle analiz ederek hem sürekli izliyor, hem de yarattığınız etkinliğin içeriğini geliştiriyor ve bireyselleştirmeyi sağlıyorsunuz. Bunun için altta çok ciddi bir teknolojinin çalışması gerekiyor.
Okullarımızda henüz bu dönüşüm olmadı ama bazı idari ve akademik süreçler teknolojiye dayalı olarak yürütülüyor. Sınıf içinde de basitçe kullanılıyor. Ama sınıfta kullanılan ağırlıklı olarak içerik. Yani eğitimde klasik anlayış devam ediyor. Teknolojiyi geri çekseniz bugün herkes eğitime devam edebilir ancak bugün bir havaalanından teknolojiyi geri çekin her şey durur; kimsenin bileti kesilemez, uçaklar kalkamaz. Hastanelerden teknolojiyi geri çekin MR çektiremezsiniz, hiçbir şey yapamazsınız.
O halde öğreten ve öğrenenin bir araya gelmesiyle sınırlı, klasik bir yaklaşımımız var hala.
Bunun sebebi hala eskisi gibi öğretmek istememiz. Dijitalleştirirken de eski paradigmayı dijitalleştirmeye çalışıyoruz. Esas problem de bu. Öğretmen öğrenci ilişkisinin, sınıf ve okul içi ortamın değişmesi gerekiyor. Ancak bu ortam değişirse eğitim etkin hale gelebilir. Şu anda öğrenciler yaşı itibariyle bu teknolojinin içine doğmuş ve içinde büyümüş durumdalar. En kritik konu bilgiye ihtiyaç duydukları zaman gidip bilgiyi bulmaları, ona erişip onu anlayıp öğrenip kullanabilmeleri. Düşünce yapısının ciddi olarak evrimleşmesi diyelim buna. Bu düşünce yapısı günümüzde çocuklarda böyleyken siz onlara “On yıl sonra ihtiyacın olacak bilgi ve beceriler ‘şunlar’dır dediğinizde, çocuk mahvoluyor, morali bozuluyor, motivasyonu kırılıyor dolayısıyla da öğrenme gerçekleşemiyor. Eğitim onlar için tatsız tuzsuz, mecbur oldukları için yaptıkları bir şeye dönüşüyor.
Nasıl olacak da çocukta bilgi ya da beceri edinme ihtiyacı yaratacaksınız ki almaya heveslensin? Çünkü gerçekten o ihtiyacı hissederse onu bulur, alır, öğrenir. Siz ona vermeseniz bile bulur; doğasında var çocukların. Çocuklar konuşmayı nasıl öğreniyorlar bebekken? Siz tek tek harfleri, kelimeleri mi öğretiyorsunuz? Kesinlikle hayır. Sizinle iletişim kurma ihtiyacından dolayı öğreniyor. Soruları o soruyor, sorularına cevap arıyor. Bu doğalı yüzyıllar hatta binlerce yıldır süregelen bir eğitim paradigması ile bozmuşuz. Eski zamanlarda imkan yok; bir yerde ustayı bulduğunuzda size ömrünüzün bilgisini veriyor. Usta dediğimiz bir öğretmen de olabilir. En iyisini bulduğunuz zaman ondan bilgiyi ve beceriyi alıyor, hayat boyu kullanıyordunuz. Şimdi öyle bir ihtiyaç da yok ama yine aynı şekilde bir odanın içinde bir sürü kişi ileride lazım olacak bilgileri ustadan ya da öğretmenden almaya çalışıyor veya daha doğrusu bu bilgi ve beceriler verilmeye çalışılıyor. En büyük problem bunun eski paradigmanın doğrudan devamı olması. Günümüzde bu işe yaramıyor kesinlikle. Paradigma değişmediği için teknolojiyi sınıfa koymanızın zaten bir anlamı yok Bir kitabı alıp e-kitap diye aktarmanızın da bir anlamı yok. Sadece maliyeti ucuzlatabilirsiniz ama gerçek anlamda eğitimi dönüştüremezsiniz.
Eskiye göre mezun kaliteleri çok düşmüş durumda. Özellikle son 10-15 yıldır motivasyonel faktörler hızla değiştiği için ve onlara cevap verilmediği için öğrenme gerçekleşmiyor. Çocuklara planlı, programlı eğitim verilmesinde bir problem yok, eğitim olması gereken bir şey. Ama öğrenme gerçekleşmiyorsa yaptığınız şey anlamlı değil. Şu anda biz okullarımızda “mış” gibi yapıyoruz, eski paradigmayı devam ettiriyoruz. Dijitalleşirken de öyle… Eski paradigmayla dijitalleştirdiğiniz zaman ne yapıyorsunuz? Kötü olan bir şeyi daha da çoğaltıyorsunuz. Bu yüzden yaklaşımı değiştirmeniz gerekiyor. Bunun için de öğrenme ortamlarının, okul mimarisinin, ölçme değerlendirme sistemlerinin değişmesi ve çocuğa öğrenmeyi ihtiyaç hissettirecek mekanizmaların kurulması lazım. Bunlar şu anda yok.
Bu yeni paradigmanın niteliğine dair nasıl bir öngörünüz var?
Tabii burada öğretmenlerin, öğretmen eğitiminin, öğretmen yetiştirme yaklaşımının toptan değişeceği, alttan gelen sistemsel bir yaklaşım gerekiyor. Hala “bilgiye gerek yok, beceri lazım” diyenler ile “temel bilgiye sahip olunmalı” diyen klasik eğitimciler var. Bu ayrım hala çok tartışılıyor. Bu sene okula başlayan çocuk 12 yıl zorunlu eğitim, 4 yıl üniversite, 2 yıl da yüksek lisans desek, toplam 18 yıl eğitim alıyor. Bir de işe girdiği zaman hemen üretebilir halde olmuyor. Demek ki okula yeni başlayan bir öğrenci yaklaşık 20 yıl sonra üretecek ve topluma katkı sağlayacak hale geliyor. O zaman 2037 yılında nasıl bir dünya için hangi bilgiyi hatta beceriyi kullanacağıyla ilgili bir öngörüyü nasıl yapabiliyorsunuz ki kazanım olarak tek tek yazabileceksiniz. Bazı genel beceriler dışında bu mümkün değil. O yüzden klasik sistem geçerliliğini yitirmiş durumda. Zaten o sistemde her an kaynaklara erişim diye bir şey de yoktu, bugünkü motivasyon eşikleri de…
Öğrencilerden beklediğimiz şey etraflarına ve çevre koşullarına baktıkları zaman, ki bu örneğin bir doğa olayı ya da sosyal bir olay olabilir, onu yorumlayabilir, ona göre karar mekanizmalarını çalıştırabilir, o an hangi bilgiye ihtiyaç duyuyorlarsa o bilgiyi bulabilir ve işleyebilir durumda olmaları. Eğitim sisteminden beklediğimiz bu yetkinliğe ulaşılabilmesi için yaşa göre uyarlanmış değişik senaryolar üzerinden sürekli pratik yaptırması. Bugün problemi öyle bir veriyoruz ki gerçek hayatla bir ilgisi yok. Verilen problemlerin çocuk için problem olması lazım. Bir problemi çözmek için çocuk o problemin varlığını hissetmeli.
Özellikle eğitimin süreçlerinin bireyselleştirilmesi ve bahsettiğiniz gibi öğrenmenin bir ihtiyaç haline gelmesi bağlamında eğitim teknolojileri pek çok fırsat barındırıyor. Eğitim teknolojilerinin sunduğu bu fırsatlar önümüzdeki yıllarda nasıl derinleşecek, gelişen teknolojinin bu bağlamda nasıl bir potansiyeli var?
20 yıl sonra da dünyanın uğraşmaya devam edeceği şeyler sürdürülebilirlik başlığı altında çevre, genetik, enerji, barış, adalet gibi konular olacak. Eğitimi de dolayısıyla bu bağlamda ele almak lazım. İlkokul 3’teki bir öğrenci için yaratacağınız sürdürülebilirlikle ilgili bir problem lise öğrencisinden farklı olacak. Bir film senaryosu veya bir tiyatro oyunu gibi bunları iyi kurgulamak gerek. Bizde senaryo yok. Hikaye yok. Teknoloji işte burada devreye giriyor. Bu hikayelerin canlandırılması, çocuğa verilmesi, çocuğun o hikayeler içinde o denemeleri yapmasını sağlayacak. Bu doğrultuda mimari değişecek, büyük ihtimalle sınıflarda böyle olmayacak. Mesela kara deliklerle ilgili bir şey yapıyorsanız veya Mars’ta nasıl bir yaşam olduğuyla ilgili ortaya bir şey koyuyorsanız, buraya teknolojiyi koymanız lazım. Fakat senaryolarınız kuvvetli değilse, teknoloji hiçbir işe yaramaz. Aynen sinema filminde olduğu gibi. Sinema filminde ne kadar iyi teknoloji kullanılırsa kullanılsın, hikaye iyiyse film kazanır. Kullanılan teknolojiden bağımsızdır. Eğitimde de öyle. Yaratacağımız ve çocukları içine sokacağımız hikayenin çok ciddi bir önemi var. Onun için eğitim programı dediğimizde tek tek derslerin ayrı ayrı kazanımlarına derinlemesine odaklanmaktan ziyade genel yetkinliklerin yukarıdaki alanlarda yaşa uygun işlenerek, geliştirilmesi hedeflenmelidir.
Bugün internetin en büyük vaadi, herkesin bireysel olarak istediğini istediği anda, istediği şekilde tüketebilmesi, kendine uyan şeyi alması veya üretimde kendi istediği için üretip birçok kişiye ulaşabilmesi. Eğitimde de aslında bu bireyselleşmenin olacağı kesin ama buradaki araçlar ne? Hangi araçlarla yapılacak bu?
Madem oyunları çok kuvvetli bir araç olarak görüyoruz, neden oyunlar eğitimin ana kurgusunda olmasın? Oyun oynama süresi 10-15 yaş arasında günde 6-7 saate çıkmış durumda. Maalesef oyunlar savaş ağırlıklı. Çocuğunuz geliyor okuldan, 12 yaşında, oturuyor ve 7 saat adam öldürüyor. Garip bir durum var burada. Madem oyun teknikleri cazip, yine hikayesi çocuklara cazip gelecek belli oyun ortamlarında eğitim içeriklerini hikayeleştirmeliyiz. Bunu da sadece bir öğretim yılı için değil, öğrencinin 12 yıllık eğitim süreci için yapmalıyız. Öğrenci yavaş yavaş, kurgunuza göre ve içinde yaşayarak ilerleyebilir, problemleri çözebilir.
Artık “şunu oku, bunu oku” tavsiyesinden ziyade öğrencileri içeri çekmek, öğrencilere öğrenme ihtiyacı hissettirmek, büyük hikayeler kurmak odağa alınmalı. Küçük oyunlardan değil, büyük kurgulardan bahsediyorum. Şöyle bir şey düşünün; çocuk Kurtuluş Savaşı’nın içinde yaşıyor ama ders ders ayırmadan coğrafyayı da öğreniyor, tarihi de öğreniyor. Örneğin bir uçak yapması veya teknolojik bir şeyi çözmesi de gerekebiliyor. Burada matematiği ve fiziği kullanıyor, iletişim kuruyor, konuşuyor, bilgiyi alıyor, yazıyor. Böyle bir kurgudan bahsediyorum. O ihtiyaç için büyük hikayeler, büyük oyunlar kurmak lazım.
Peki, burada okulun görevi ne olacak? Okul hedeflenen yetkinlikleri kazandırmakla ilgili yol haritasını yönetmeli, fikirler üzerine tartıştırmalı, bunların yapılacağı bir sosyal ortamı sağlamalı, bu ortamlarda çocuklara mentorluk yapmalı, öğrencilerin takıldığı yerde onlara ipuçları vermeli, gerektiğinde daha detaylı yardım sağlamalıdır. Böyle olunca artık sınıf ortamını da değiştirmek gerekiyor. Yani öğretmenle öğrencilerin fiziksel birlikteliğini daha değerli hale getirmek gerekiyor. Tahtaya çıkıp anlatıp eve yollayan bir öğretmeni youtube videolarında da bulabiliriz. Gerek yok zaten böyle bir şeye.
Bunu yaparken amaç okulda öğrencilerin etrafını acayip bir teknolojiyle donatılmak değil. Ancak öğrencinin hareketlerini izleyebilmek, yardım ve karar destek mekanizmalarını doğru şekilde çalıştırmak için altta çok ciddi bir teknolojinin çalışması gerekiyor. Örnek olarak uçağa binmek için havaalanına gittiğiniz zaman kullandığınız teknolojileri bir düşünelim. Sadece dijital panodan uçağınızın saatine bakarsınız. Onun dışında teknoloji görünmez haldedir. Elinize basılı ya da mobil telefonunuza indirilmiş bir bilet verirler, yürürsünüz, oturur kalkarsınız, uçağa biner bir koltuğa oturursunuz. Her şey fizikseldir. Yolcu için görünen hiç bir teknoloji yok burada. Ama arkada neler döner. Eğitim için de böyle düşünmek lazım.
Sizin de konuşmacı olarak bulunduğunuz 4. Uluslararası Eğitim Forumu’nda Michio Kaku elektriğin her yerde olduğunu ve artık arka planda kaldığı için hakkında konuşulmadığını belirtmişti.
Evet. Elektrik her yerde olduğu için bu kelimenin Amerika’da günlük yaşamda artık oldukça az kullanıldığını söylemişti. Bilgisayar kelimesi de yakında düşecek. 90’larda multi-medya kelimesi vardı mesela, ben de o örneği veriyorum. Neredeyse 10-15 yıldır kullanılmıyor çünkü multi-medya her şeyin içinde. Eğitim teknolojileri dediğimiz zamanda hala dönüşmemiş bir ortamdan bahsediyoruz. Eğitimin başından da teknoloji kelimesi düşerse eğitimin dönüşmüş olduğunu anlayacağız. Yani eğitim hayatında teknoloji kullanımı günlük hayatımızdaki gibi doğal hale gelirse, bu dönüşüm o zaman tamamlanmış olur. Ama eğitimdeki ana problem ne yapmak istediğimize karar vermek. Biz onun kararını vermemiş durumdayız. O kararı vermek bir paradigma değişikliği zaten sonra onun teknolojisini kurmak çok daha kolaydır.
Buradan eğitim teknolojilerine yönelik yatırımlara geçebiliriz. Teknoloji araçlarının daha fazla kullanımının öğrencilerin öğrenmesinde çok pozitif bir etkisi olduğuna dair kesin kanıtlarımız bulunmuyor. OECD 2015 araştırmasında, teknolojinin öğrenmeyi artırıcı bir etkisinin bulunmadığı hatta olumsuz bir etkisinin olabildiği ifade ediliyor. Bir tarafta teknolojinin öğretim üzerindeki etkisi konusunda birbirinden farklı sonuçlar ortaya koyan araştırmalar varken, hem devlet politikalarında hem kurumlar düzeyinde eğitim teknolojilerine büyük yatırımlar yapıldığını görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce teknoloji yatırımları için kritik bir eşik var mı?
Siz evinizde önümüzdeki on yılda teknolojiye ne kadar yatırım yapmayı düşünüyorsunuz? Böyle bir soru sordunuz mu kendinize? Sormazsınız çünkü hiç bir zaman ana hedefiniz teknolojiye yatırım yapmak değildir. Hedefiniz ihtiyacınız olan bir şeye ulaşmaktır. Teknoloji bunun için ancak bir araç olabilir. Sonuçta eğitim her şeyin temeli olduğu için gerçekten ne yapmak istediğinize karar verdiğiniz zaman, bunu yapmak için her türlü araç-gereci sağlamanız gerekir… Teknoloji yatırımları şöyle olmalı, şu kadar yatırım yapılmalı diye bir şeyi, daha ne yapacağınızı tanımlamadan konuşmayı ben doğal bulmuyorum. Böyle baktığımız zaman sorulması çok anlamlı olmayan sorular bunlar.
Geçtiğimiz dönemde yapılan denemeler, yapay ortamlar üzerine kuruldu, paradigma değiştirmeden “şu andaki sisteme ben bir teknoloji entegre edeyim” diyerek, yapılan uygulamanın sonucunda teknolojinin kullanımına iyi-kötü demek haksızlık olur. Onun için dediğim gibi “Ne yapmak istiyoruz?” sorusunu doğru tanımlamalıyız. Onu oturtabilirsek, ne lazım, hangi yetkinlikler, nasıl ortamlar, ne tip öğrenme araçları gerekiyor sorularına da cevap verebiliriz.
Eğitim sistemimizde öğrencileri motive edecek bir bağlamın olmadığını, bilgiyle ilişkilerinin bir ihtiyaç üzerinden tanımlanmadığını söyledik. Fakat bir taraftan da 4. Sanayi Devrimini konuşuyoruz ve öğrencilerden beklenen bir bilgi ve beceri seti var. Dördüncü sanayi devriminin gerektirdiği beceriler ile öğrenciler arasında nasıl bir ilişki var. Bunun da ötesinde böyle bir ilişki kurulmalı mı?
Birincisi her şeyi ekonomiye bağlayamazsınız. Eğitime ekonomi dediğiniz anda o başka bir şeye gidiyor. Çok basit bakılıyor o zaman. “İhracatımızı yükselteceğiz onun için eğitim şart.” gibi bir şey olamaz. Sadece ekonomiye bağlamayı ben doğru bulmuyorum. Ama bir yandan da sanayimiz var, ülkenin kalkınma hedefi var ve siz insan kaynağı bulamıyorsunuz. Çünkü eğitim sisteminin bu tarafı yok. Eğitim sürecini farklılaştırıp ihtiyaç ve problemleri daha önce bahsettiğimiz gibi oluşturabilirsek, özellikle bir şey yapmanıza gerek kalmayacak diye düşünüyorum. Çünkü düşünce yapısı oturmuş olacak, dünyanın nereye gittiğini anlayacak ve kendini konumlandıracak. Bu süreçler doğal olarak gelişecek. Eğitim dediğimiz şey kanallar açmakla, düşünce yapılarını açmakla ilgili. Siz de bol bol bunun pratiğini yaptıracaksınız. O zaman daha erkenden katkı veren çocuklar görebiliriz.
Silikon Vadisi yöneticilerinin çocuklarını teknoloji girmeyen bir okula göndermesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Acaba aynı teknolojiden mi bahsediyoruz? Teknoloji olmayan okul dedikleri gerçekten interneti hiçbir teknolojisi olmayan, tamamen Antik Yunan’daki gibi eğitim verilen bir okuldan mı bahsediyoruz? Tabi ki öyle değil. Bu okullarda çocuklar kodlama eğitimi almıyor, etkileşimli ortamlarında teknolojiye mesafeli yaklaşılıyor olabilir ancak aynı okulların bu çocuklar için kişiselleştirilmiş, o çocuğun sahip olduğu yetenekleri geliştireceklerini söyledikleri bir eğitim vaadi var. Bu vaadi nasıl gerçekleştiriyorlar? Biraz önce bahsettiğimiz gibi ön tarafta gözükmeyen, arkada ciddi bir veri analizi var. Gelişimleri ölçme değerlendirme araçları ile takip ediliyor ve dijital portfolyolarla velilere sunuluyor. Konuya böyle yaklaşırsak Silikon Vadisi yöneticileri çocuklarını teknolojinin akademik bir omurga olarak görünmez hale geldiği bir okula gönderiyor.
Aynı zamanda el becerilerinin de önemine dikkat çekiyorlar.
Evet ama bu konu ebeveynler için önemli, çocuklar için o kadar değil. Ben de bir baba olarak aynı duyguları paylaşıyorum. İmkan varsa deney sanal ortamda değil, gerçek ortamda yapılmalı. Müze sanal ortamda değil, gerçek ortamında gezilerek hissedilmeli. Bütün bunları imkanların el verdiği ölçüde yapmak lazım. El becerilerini de kesinlikle kaybetmemek gerekiyor; özellikle kullanımının bu kadar azaldığı bir dönemde. Örneğin bugün hepimizin el yazısı bozuluyor. Bunu istemiyoruz. Ama o duygusal bir bağlantı. Belki el yazısını ilerde kullanmayacaksınız. İhtiyaç olmayacak. Yazılı bir iletişim tekniği bile olmayacak belki. Duygusal olarak bize kötü geliyor onun için çocuklarımızın yazma zevkini almasını istiyoruz.
Silikon Vadisi yöneticilerinin tespit ettikleri asıl problem tüm zamanını makinaların önünde geçiren, onun önünde yemek yiyen, onun yanında yatıp kalkan jenerasyon. İşin ironik tarafı çocuklarını bundan uzak tutmak isterken çalışanlarının bu şekilde yaşamasını talep ediyorlar.
Teknolojinin yaygınlaşmasının ne tür potansiyel riskler barındırdığını düşünüyorsunuz?
Oyun endüstrisi öyle bir hale geldi ki çocuk için harika; hiç odasından çıkartmayın oturtun oyunların karşısına hiç kalkmasın. Sıfır iletişim, gerçek yaşamdan tamamen kopuk, gerçekle sanal olanı ayırt edemiyor. Bunlar önümüzdeki dönemin ciddi problemleri gibi gözüküyor. İşin enteresan tarafı davranış açısından erkek çocuklarla kız çocuklar arasında ciddi fark olması. Kullanım sıklığı bazındaki araştırmalar erkek çocuklarının bağımlılık oranını daha yüksek gösteriyor. Sosyalleşme ihtiyaçları farkı bu şekilde ortaya çıkıyor. İleride belki farklı olur, bunun bambaşka sebepleri olabilir. İletişimde kızların daha kuvvetli olması, erkeklerin başka yerlere odaklanması gibi yüzyıllardır olagelen bir şeyin sonu olabilir. Ama en uca çekersek ilerde şöyle bir şey görebiliriz: tamamen makinalarla haşır neşir olan bir erkekler grubu ve tamamen onları yöneten kadınlar. Böyle bir gariplik var. Günde 10-12 saat uyumadan tamamen hayatını buna vermiş bir nesil yetiştiğinde, artık iletişim yetkinliklerinin ne kadar çok düştüğünü, kişiler arası insan ilişkilerinin azaldığını görüyorsunuz.
Aslında mesele teknolojik olmaktan ziyade sosyolojik bir mesele.
abii ki bu tamamen sosyolojik. Çocuklar küçüklüğünden beri çözümleri oyun içinde buluyor. Bağlanmak istediği şey oyun. Oyunda yaptığı başarılar, onu sosyal olarak yukarı çekiyor çünkü bu nesilde sosyallik dijital ortama taşındı Oyundaki başarınız ve oyundaki statülerinizle varsınız sosyal ortamda. Bu yaşama bakış açısından çok sağlıklı değil. Bir çocuk gerçek hayatın içinde yaşamazsa o hayatı anlama ihtiyacı duymazsa, oyunlarda olduğu gibi “Ne olacak? Dünya da batsın, tekrar başlarız” deyip ‘reset’e basacak bir anlayışa gidebilir. El becerileri, el yazısı falan derken aslında insan olmanın gerektirdikleri elden gidiyor. Onun için okullar etik, adalet, farklı fikirlere saygı duymak gibi insana ait değerleri vermek zorunda. Zaten öğrenci genel bilgiyi alır ve yaşatır ama okul onu gerçek hayatın ve sosyal ortamın içinde yaşatacak yer olmalı. Bunun önemini hissettirmeli. Aksi takdirde gelecekte giyilebilir teknolojiler ve daha da gelişmiş oyunlarla her şey sanal gerçeklik gibi olur, rüyadayken rüyada olduğumuzu anlamayız. Gerçeğe çok yakın ama sanal olan ortamlarda devamlı zaman geçirdiğinizde, o sanal ortam ile gerçek hayat arasındaki fark daha bulanık hale gelecek ve o da başka problemler yaratacaktır. Belki de bu tip şeyler dünyanın sonunu getirecek, onu da bilmiyoruz.
Okullara bakın; çocuk 5-6 yaşından itibaren başlıyor, 20 yaşına kadar her gün 8 saat okulda. O zaman bunu fırsata çevirmek lazım. Belki de ekonomideki değil, insandaki boşluğu doldurmak daha önemli. Duygusal taraf çok daha önemli. İleride buna çok daha fazla ihtiyaç olacak. Yoksa el işleri vs. daha ikinci planda. Esas duygusal taraf, iletişim, insanlık önemli. Felsefe tarafını iyice bırakıyoruz. Tabii bu felsefe dersi koymakla da olmaz. Sürdürülebilirlik konusunu felsefesiyle beraber ele alıp çocuğun hayatına soktuğunuzda anlamlı bir şey yapmış oluyorsunuz.
Bugün robot ve kodlama üzerinde duruluyor. Bunun çok yanlış bir pozisyon olduğunu düşünüyorum. Şundan dolayı; kodlama öğretmek ne kadar gerekli, kodlamayı insanlar yapmayacak ki! Şimdi ilkokuldaki çocuklara kodlama eğitimi veriyoruz. Analitik ve algoritmik düşünce için veriyorsak, ilk önce düşünceyle ilgili ortamı yaratıp bırakalım. O kodlamayı yapacak makinayı yaratmasını sağlayacak düşünme becerilerini vermek lazım. Özel okullarımızın bir kayıt gerçeği var. Aileler sizde “Şu var mı, bu var mı, robot veya kodlama var mı?” diye soruyor. Ne biliyorlarsa, ne okuyorlarsa onu soruyorlar zaten. Özel okullar da bu taleplere cevap vermek zorunda kalıyor. Devlette de benzer bir döngüyü görüyoruz.
Doğru yöntem ne, biz ne yapmak istiyoruz? Aslında yanıtlamak kolay değil çünkü toplumun tüm kesimlerinin katılımı ve topyekün bir hareket gerekiyor. Bu kökten değişiklik için ciddi bir uzlaşma lazım. Öncelikle bunun herkesin problemi olduğunun anlaşılması, çözümüne de birlikte gidilmesi lazım. Kolay değil. Eğitim sonuçta her şeyin temeli. Olmadığı takdirde geleceğimiz yok. Ölür müsünüz? Ölmezsiniz büyük ihtimalle, yaşarsınız. Fakat bir katkı veremezsiniz. Şu an çok bagaj taşıyoruz, onları bir bırakıp sıfırdan yepyeni bir paradigmayla başlamak gerekiyor. Herkes bu kadar kavramsal bakmayabilir. Önemli olan sizler vasıtasıyla kırmızı bayrağın kaldırılıp sallanması.
https://tedmem.org/ 06.03.2017